Âhirzaman denilen dehşetli bir zaman diliminde yaşıyoruz. Genel anlamda nazarların dünyaya döndüğü, âhirete boş verildiği, dünya nimetlerinden âzamî derecede istifade etmenin esas alındığı bir zamanda bulunuyoruz..
Sahabeler zamanından beri şerrinden Allah’a sığınıldığı, her türlü fitnelerin ve büyük günahların serbestçe işlendiği böyle bir dönemde, ehl-i iman olanlar bile bu atmosferden ister istemez etkileniyorlar. Dalâlet cereyanlarının bir sel gibi aktığı, dinsizlik fikirlerinin bilimsellik kisvesiyle toplumu zehirlediği, tahkiki iman yerine taklit mertebesindeki imanın cemiyete hâkim olduğu bir devirde Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği gibi “En lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmak olduğundan, bu zamana ve bu seneye bakan beşaret-i Kur’aniye ve ‘fadlen kebira, fadlüllahi yü’tihi men yeşaü’ âyetlerinin müjdesi en büyük fütuhat suretinde Risale-i Nur’un manevi fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor. Evet, bir adamın imanı, ebedi ve dünya kadar bir mülk-ü bâkînin anahtarı ve nurudur. Öyle ise, imanı tehlikeye maruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha faydalı bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risale-i Nur, elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin kastî bir medar-ı nazarlarıdır.” (Kastamonu Lâhikası s.43–44)
Tepeden inme ve devlet gücüyle milleti dindarlaştırma projesinin fıtrat kanunlarına aykırı olduğu, iki binli yılların başından bu yana, dindarların iktidarındaki manevi başarısızlık ortaya koydu. “Maddi olarak birçok gelişmelere imza attık fakat maneviyatta sınıfta kaldık.”beyanlarıyla, kendileri de bu gerçeği itiraf ettiler. Öyle ise, en selâmetli, en emniyetli ve en kalıcı hizmet, Risale-i Nurların iman cihetinde kalpleri fethettiği ve taklit mertebesindeki imanları tahkik mertebesine yükselttiği iman kurtarma hizmetidir. Yoksa tepeden inmeci, güce dayalı hizmetler, temelsiz bina dikmekten farksız olur.
Bire bir uğraşmayla kazanılan kalpleri, iğneyle kuyu kazmaktan farksız görüp, çabucak toplumu düzeltmek isteyen metotlarla, her ne kadar İslâmî yaşantı görünür hâle gelse de, hakikatte o, yüzeysellik ve yozlaşmayı da beraberinde getirir. İhlâstan uzak, içi boş bir Müslümanlık, bizim aradığımız ve ulaşmak istediğimiz bir hedef değildir. Zira çoğu ehl-i dünya gibi yalanın da rahatlıkla söylendiği ve yapılan her türlü arızalı ve haram işlere kılıf bulunduğu bir ortamı netice verir. Müslüman inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar. O zaman doğru İslâmiyet ve İslâm’a lâyık doğruluk iddiaları boşlukta kalır. Başka dinlerin mensupları da gruplar hâlinde İslâm’a girebilmesi için, doğru İslâmiyeti dosdoğru yaşamaktan başka çaremiz yoktur.
Bir takım maslahatlar için yalan şeyleri rahatlıkla söyleyen veya teşvik edenler, bilerek yahut bilmeyerek toplum hayatının temeline dinamit koyduklarını bilmelidirler. Zira yalan, münafıklığın en birinci alâmetidir. Yalan ile tahkiki iman bir arada barınamaz. Millet hayatında, özellikle medya e siyaset dünyasında sürüp giden dehşetli yalancılık ve diğer arızaların tek ilâcı tahkiki iman dersleridir. Bu zamanda bunun en doğru adresi de, Risale-i Nur dersleridir. O dersler de kitaplarda kalmamalı ve hayatımızın her alanında yaşanmalıdır. En büyük hedefimiz de bu olmalıdır.