(Not: 23 sene önce, 26 Şubat 1996 tarihinde gerçekleşen bu seyahat notlarını, gelecek nesillere bir hatıra olması maksadıyla yeni sitemizde paylaşmak istedim. İnşaallah manevi hizmetlerimize bir şevk ve gayret vesilesi olur.)
On bir bin metre yükseklikte, pamuk tarlalarını andıran bulutların üzerinde büyükçe bir kartal gibi süzülerek uçan Türk Hava Yolları uçağında, küçük Cevşen’i bitirmiş, güneşin ışıklarıyla parlayan bulutları seyrediyordum. Hayalim beni bir anda İkinci Meşrutiyetin ilânı yıllarına götürdü.
İlmî münazaralarıyla mağlûp edemedikleri Bediüzzaman’ı, İstanbul âlimleri Şeyh Bahid Efendiye mağlûp ettirmek istemişlerdi. O zamanda Cami-ül Ezher’in rektörü olan bu zat, Ayasofya camisinden bir namaz çıkışı sonrasında oturdukları çayhanede Bediüzzaman’a “Avrupa ve Osmanlılar hakkındaki fikrin nedir?”diye sorar. Maksadı bu genç adamın ileri görüşlülük derecesini ölçmektir. Otuz yaşlarındaki bu genç adam “Osmanlılar bir Avrupa devletine hamiledir, bir gün gelip onu doğuracak. Avrupa da bir İslâm devletine hamiledir. Bir gün gelip o da onu doğuracaktır.”diye cevap verince, bu cevap karşısında hayranlığını gizleyemeyen Şeyh Bahid Efendi “Ben de aynı kanaatteyim. Ancak bu kadar veciz bir cevap Bediüzzaman’a hastır. Bu gençle münazara edilmez.”diyerek meclisi terk eder.
Gerçekten, on beş yirmi sene sonra Osmanlı toprakları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyetinde, Avrupa tarzında bir inanç ve hayatın tahakkuku için, devlet çapında faaliyete girilmiş ve zor kullanılmak suretiyle, millet bin yıllık mecrasından saptırılarak kültür ve kimlik bunalımına itilmişti. Kısmen netice de alınmıştı. Fakat, her şey eninde sonunda aslına döndüğü gibi, bu zorlama ve yönlendirmelerin hızı çok partili hayata geçildiğinde kesilmiş ve gerilemeye başlamıştı. Bu günlerde ise, bütün haşmetiyle İslam’ın fert ve toplum olarak yaşanmasının arefesindeyiz ve onun sevincini yaşıyoruz.
Doğum sırası Avrupa’daydı. “Hıristiyanlık bir defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Şimdi bir defa daha yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intifa bulup sönecek. Veya hurafelerden sıyrılarak ıstıfa bulup İslâmiyete inkılâp edecektir.”diyen Bediüzzaman’ın, bu teşhisine mazhar olmaya hazırlanıyor. Anadolu topraklarından kopup, Avrupa’ya işçi olarak giden bir kısım kardeşlerimizin dâveti üzerine, iki defa gittiğim Almanya’dan sonra, şimdi ise Avusturya’ya gidiyordum. Binlerce metre yükseklerde uçarken hayalim beni nerelere kadar götürmüştü!
Perşembe günü sabah yedi uçağıyla İstanbul’a, ordan da aktarmalı olarak Viyana’ya ulaştığımızda, oranın saatiyle saat on bir on beşi gösteriyordu. Hava alanında eskimez dost Mikail Yaprak ile yeni tanıştığımız Alaettin Akyıldız kardeşlerle kucaklaştığımızda, bu yabancı ülkenin maddi ve manevi soğukluğu, yerini manevi bir bahara bırakmıştı. Dışarıda keskin bir soğuk ve hafif bir kar yağışı vardı. İlk işimiz, hava alanından evi arayıp onları meraktan kurtarmak oldu.
Yeni tanışmamıza rağmen, kırk yıllık ahbap gibi bizi bağrına basan ve aynı kaynaktan feyiz aldığımız Alaettin kardeşin evinde öğle namazı ve yemeğini müteakip, ders saatine kadar çevreyi dolaşmaya çıktık. Her gittiği yerin ve şehrin en yüksek tepelerine çıkarak, etrafı seyretmeyi âdet edinen Bediüzzaman’ın bu geleneğine uyarak, Kahlenberg tepesine çıktık.
Viyana kuşatması esnasında çadırını bu yüksek tepeye kurduran Merzifonlu kara Mustafa Paşa ve Osmanlı ordusunun, asırlar öncesinin hâlini hayal etmeye çalıştım. Ya Rabbi! o ne şevk ve azimdir ki, bizim uçakla iki saatte geldiğimiz bu mekânlara, at sırtında aylar süren yorucu bir yolculuktan sonra geliniyor ve Allah’ın adını yüceltmek dâvâsı yolunda Viyana kapıları zorlanıyordu. 22 milyon kilometre kare toprağa sahip olan Osmanlı Devleti, elbette toprak elde etmek için buralara kadar gelmez ve bu kadar zahmetlere katlanmazdı. “Ya Rabbi! Eğer şu okyanus önüme çıkmasaydı, senin adını dünyanın öbür ucuna kadar yayacaktım.”diyen İslâm kumandanlarının niyet ve hayali gibi, hep İslâm dinini yaymak asıl maksat olmuştu.
Fakat, ne hazin tecellidir ki, dahili fitneler ve ihtilaflar yüzünden fetih hareketı Viyana önlerinde tıkanmış ve kuşatmadan vazgeçilerek geri dönülmüştü. Ondan sonra bir daha kendini toparlayamayan Osmanlı zeval dönemine girmiş, dört yüz sene hâkim olduğu Balkanları bile terk etmek zorunda kalmıştı. Şimdi, Kara Mustafa Paşanın çadırını kurduğu, Viyana’nın tamamına hâkim yüksek Kahlenberg Tepesinde bir kilise, bir turistik restoran ve otel, bir de televizyon vericisi var. Güzel ve sıcak havalarda insanlar buraya gelip Viyanayı seyrediyorlarmış.
Yağan karın ve buz gibi havanın akşama yakın romantik atmosferinde bizler de Viyana’yı seyrettik. Tuna Nehri, şehri ikiye ayırıyordu. Yüksekten bakınca İstanbul Boğazına benzettiğim Tuna nehri nazlı nazlı akıyor ve maziden kopup gelen ve hayalimi dolduran hüzünlü hatıralarla beraber Kara Denize doğru süzülüp gidiyordu.
Asırlar süren Avrupa tarihi boyunca Tuna nehri, kim bilir ne kadar çok hadiselere şahit olmuştur ki, hakkında şiirler ve marşlar yazılmış. Tuna nehri akmam diyor/ Etrafımı yıkmam diyor/ Şanı büyük Osman Paşa/ Plevne’den çıkmam diyor. Daha niceleri..
Akşamın alaca karanlığında Viyana’nın ışıkları yanmış ışıl ışıl parlıyordu. Tuna nehri üzerinde kurulmuş beş altı adet köprünün silüeti görülüyor, köprülerden birinin ayağında ise, Arapların yaptırdığı tek minareli bembeyaz bir cami, İslâm mührünün Viyana’ya da vurulduğunu simgeliyordu.
Yirmi dakika süren Kahlenberg Tepesinden Viyana temaşasını bitirip, sür’atle akşam namazı için minareli camiye hareket ettik. Kulaklarımız soğuktan sızlıyor ve vücudumuz titriyordu. Neyse ki, bindiğimiz araba bizi çabuk ısıttı.
Minareli cami büyük paralar harcanarak yapılmış ve çok yönlü hizmet vermeye müsait kompleks bir yapı. Konferans ve seminer salonları, kütüphanesi, çeşitli maksatlar için kullanılan odaları ve kubbeli haliyle, Tuna nehri kenarında, bembeyaz alımlı bir kuğu gibi duruyordu.
Namazdan sonra tekrar Alaettin Hocanın evindeydik. Mikail kardeşimiz böyle bir gezintiye vesile olduğu için fevkalâde sevinçliydi. Haydar ve İshak kardeşlerin de katıldığı akşam namazından sonra hizmet merkezine geçtik. Selasianer sokağındaki merkeze girdiğimizde, solda abdest alma yerleri, devamında Yeni Asya yayınlarının sergilendiği bir tabla, onun üzerinde muhtelif gazetelerden kesilmiş Türkçe ve Almanca kupürlerin iğnelendiği bir duvar gazetesi, duvar raflarında yayınevinin kitapları ve kasetleri satışa arz ediliyordu. Onun yanında mutfak, ilerisinde mescit ve bitişiğinde ders salonu göze çarpıyordu. Bayram münasebetiyle tavana asılmış süslemeler ve Ramazan Bayramınız Mübarek Olsun yazıları dikkatimi çekti.
Meğer, kiliseden gelen rahibeler, Müslümanlar bayramlarını nasıl kutluyorlar diye merak etmişler ve İslâm dini hakkında bilgi almak istemişler de, hanım kardeşlerimiz onun için dershaneyi böyle süslemişler. Zaten, belli günlerde dershaneyi hanım kardeşlerimize tahsis etmişler. Fevkalâde güzel intibalarla ayrılan rahibeler, İslâm’ı daha geniş kitlelere anlattırmak için, bir hanım kardeşimizi kiliseye dâvet etmişler. Almancası çok iyi olan hanım kardeşimizin anlattığı hakikatlere, muhataplarının çok ilgi duyduğunu ve istifade ettiklerini bize naklettiler.
Geç saatlere kadar süren ders ve Türkiye’den hizmet haberleri, kalabalık cemaate tam bir şevk ve moral kaynağı oldu. Alaettin Hoca, Muhsin Gümüşer, Ahmet Soytürk ve Ekrem Yıldız gibi eski kuşakla birlikte; Ahmet, Bekir, Haydar, İshak, Suat, İbrahim ve daha ismini sayamadığım nice genç kardeşlerin omuzladığı Nur hizmeti, manen Viyana’yı aydınlatıyor ve Kara Mustafa Paşanın yarım kalan maddi fethini, manen bu fedailer tamamlamaya çalışıyorlardı.
Erkekleriyle, hanımlarıyla, gençleri ve çocuklarıyla yekpare olmuş ve ciddi bir gayretle iman ve Kur’an’a hizmet eden bu faal insanların hizmetlerini alkışlıyor, daha nice şevkli, dinamik ve sistemli hizmetlere vesile olmalarını Cenab-ı Haktan niyaz ediyoruz.
Hülâsa, Viyana’da ilk gecemiz böyle ders, sohbet ve muhabbet atmosferinde geçti.
asyanur.info samicebeci.net (YouTube-Sami Cebeci videoları)