Kâinatın Efendisi (asm) peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığı zaman tek bir dâvâsı vardı. O da, bir olan âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman edilerek, dünya ve âhiret saadetini temin etmekti.
Onun bu kudsî ve cihanşümul dâvâsını anlayamayan Mekke halkı her türlü cazip teklifleri yaptılar, fakat Onu dâvâsından asla döndüremediler. Zira O, her cihetle net, şeffaf ve samimiydi. Başka maksatlar için yola çıkmamıştı. Bu samimiyet ve ihlâstır ki, Onu bin bir türlü tehlike ve engellere rağmen vazifesinde galip, düşmanlarının ise, mağlûp olmasını netice verdi. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de aynı yolun takipçisiydi. Fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet cereyanıyla yaralanan kalpleri, tahkiki iman dersleriyle tedavi etmek en büyük hedefiydi. Zira Batı toplumlarında ortaya çıkan maddeci bir hastalık, bir veba, bir inançsızlık illeti milletleri kasıp kavuruyordu. İslâm milletleri de bu belânın etkisi altındaydı. Özellikle, Türk Milleti içinde faaliyet gösteren bir dinsizlik fikri, bilhassa genç nesilleri zehirliyordu.
Cemiyetin iman selâmeti uğrunda hem dünya hem de âhiretini feda etmek derecesindeki bir fedakârlık ruhuyla iman hizmetini yapan Bediüzzaman’a da çok cazip teklifler yapıldı. Fakat O, bunların hepsini reddetti. Dünya malı ve makamı için hizmetinden vazgeçmedi. Önüne kurulan tuzak ve tezgâhlara düşmedi. Yapılan tehdit ve engellemelere beş para değer vermedi. Çünkü O, net ve mert bir dâvâ adamıydı. İçi dışı aynı ve şeffaftı. Onda başka maksat arayanlar ve mahkûm etmeye çalışanlar yanıldılar ve hayal kırıklığına uğradılar. Zira aradıkları şeyler onda yoktu. Zaten, gizli saklı bir şeyi de yoktu. Her şeyi aleni ve netti. Gayesini ve hedefini mahkeme salonlarında bile söylemekten çekinmiyordu. İman hakikatlerini ders vermenin ve Sünnet-i Seniyeyi ihya etmenin saklanacak nesi vardı?
O, milletin birlik ve beraberliğini savunuyordu. Dinin siyasete âlet edilmesine alabildiğine karşıydı. Dahilde yapılacak cihadın manevi olduğunu, kuvvet kullanmaktan Kur’an’ın Müslümanları men ettiğini, tahkiki iman dersleriyle manevi tahribin tamir edileceğini söylüyordu. Irkçılığın her türlüsünü reddediyor ve bu fikri yabancıların içimize attığı bir illet olarak görüyordu. Dindar bir cumhuriyetçiydi. Demokratlık ve hürriyet-i vicdan prensibinin cumhurî sistemin vazgeçilmez bir esası olduğunu ve onlarla beka bulacağını telkin ediyordu. İstibdat ve zulmün her çeşidine karşıydı. Adalet ve hürriyet taraftarıydı. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” cümlesi, âdetâ hayat felsefesiydi. Medeniyetin güzelliklerinin alınmasını, sefahet ve rezaletinin bırakılmasını istiyordu. Demokrat ruhlu bir insandı. Demokratları; İslâmiyet, Kur’an ve bu vatan maslahatına, bütün kuvvetiyle desteklemesi de bundandı.
Evet, Bediüzzaman’ın açık yürekli, net, mert ve şeffaf olması, hayatının her döneminde Onu muzaffer kıldı. Mahkûm edilmek istendiği zamanlarda bile hükmediyordu. Hiç kimseye şirin görünmeye çalışmadı. Hak ve doğru bildiği neyse hep onları savundu ve kazandı. Onun hayat felsefesinden ve fikirlerinden alacağımız çok dersler vardır.
Ne pahasına olursa olsun fikirlerimiz, mesleğimiz, yolumuz, izimiz ve yerimiz belli olmalı. Zira “Mesleksizlik sevilmez.” Yeri, yurdu ve ne olduğu belli olmayan insanlar ortalıkta kalır ve hiç kimsenin güvenini kazanamaz.
Hayatın her alanında netliğini ve mertliğini koruyabilen dürüst insanlar, toplum nezdinde er veya geç kazançlı çıkarlar. Politik davrananlar ve içten pazarlıklı olanlar ise, her zaman kaybetmeye mahkûmdurlar.
asyanur.info