Osmanlının miras bıraktığı bu vatan toprakları üzerinde Türkiye Cumhuriyetini kuranlar, o ulu çınarın köküne kezzap döküp tarih sahnesinden silerken; her türlü entrikayı, hile ve aldatmayı mübah kılan bir anlayışla yola çıktıklarından, kendi zihniyetlerine muhalif olanları devre dışı bırakmayı, hatta yok etmeyi inkılâpların yerleşmesi için bir esas kabul etmişlerdi.
Jakoben ve despot bir yaklaşımla hedeflerine yürürlerken, her fırsatta milleti ezdiklerinden, devlet ve millet arasında bir güvensizlik meydana geldi. Bu boşluk hâlâ tam anlamıyla doldurulabilmiş değil.
Hani bir kurtla bir köpek arkadaş olmuşlar. Yolda giderken her çıtırtıda kurt arkasına bakıyor ve tedirgin oluyormuş. Köpek dayanamayıp sormuş “Yahu nedir senin bu telâş ve korkun?” Kurt demiş “Arkadaş, ben çok insanların malına, koyunlarına zarar verdim. Acaba onların sahiplerinden biri mi geliyor, diye endişeleniyorum. Telâşım ve korkum ondandır.”
Elbette bin senelik mazisi İslâmiyete hizmetle geçmiş koskoca bir milletin inançlarına, örf, âdet ve geleneklerine, dinine ve diyanetine, insanlık tarihinin kaydetmediği dehşetli tahribat ve yıkım yapanların, güvenemedikleri milletten her vakit menfi tepkiler beklemeleri tabii bir neticedir. Dine dayalı bir takım isyan hareketleri de, o endişeye sebep olan olaylardır.
Cumhuriyet tarihinin en bilinen hadisesi olan Şeyh Said isyanı, devlet erkânının din adamlarına güvensizliğinin en baş gerekçelerindendir. O hadise münasebetiyle, doğunun ileri gelen din adamlarını, şeyhlerini, ağalarını ve beylerini, Batı Anadolu’ya sürgün eden zihniyet, o hadiseyle alâkası olmadığı halde, Bediüzzaman Hazretlerini de sürgün etmişti.
Barla beldesi gibi, o günün şartlarında kuş uçmaz kervan geçmez mekânlarda, kendi kendine ölüp gitmesini istemişti. Fakat, o asil ve mânen vazifeli insan, o mahkûmiyet ve mağduriyetler altında bile vazifesini ihmal etmemiş, dünya çapındaki mukaddes bir dâvânın yükünü üstlenmişti. Telif ettiği altı bin sayfayı aşkın Risale-i Nur tefsirleriyle, bu milletin hem dünya hem de âhiret saadeti için çalışmıştı. Kur’an’ın manevi bir mucizesi olan telif ettiği eserleriyle, dinsizlik cereyanlarının tahribini tamirle meşguldü.
“Ekser enbiyanın şarkta, ağleb-i hükemanın garpta gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir ki, Asya’yı ayağa kaldıracak din ve kalptir, fen ve felsefe değildir.”diyordu. “Din, hayatın hayatı. Hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası.”tespitini yaparken “Millet irşat ve tenvir edilmelidir.”hakikatini düstur edinmişti.
Maddi mücadeleyle işi yoktu. Zira, dahildeki cihad, manevi ihlâs sırrıyla tamir etmektir, şeklinde Kur’an’dan dersini almıştı. İlim, iman ve irfan üzerine hizmetini bina etmişti. Ne var ki, memleketi farklı bir istikamete sürükleyenler, onu kendilerine en büyük bir muhalif telâkki ediyor ve her fırsatta yok etmeye çalışıyorlardı. Kanunlar çerçevesinde suçu bulunamayan Bediüzzaman’ı, kanun dışı usullerle de mağlup edemiyorlardı. Çünkü, o ve dâvâsı İlâhî koruma altındaydı.
Her zaman ondan menfî bir hareket bekliyorlar, fakat emellerine bir türlü ulaşamıyorlardı. Kendisi yüzünden dindarları ezmelerine Bediüzzaman fırsat vermiyor ve onların maksatlarına âlet olmuyordu. Zira, onun vazifesi tahrip değil, tamirdi. Hayatı boyunca menfi olaylara katılmamış, tam tersine o gibi hadiseleri elinden geldiğince yatıştırmaya çalışmıştı. Üzerinden uzun zamanlar geçtikten sonra, nihayet Bediüzzaman, eserleri ve gayesi millet ve devletçe anlaşılır hale geldi, hak yerini buldu elhamdülillah.
asyanur.info samicebeci.net (TouTube-Sami Cebeci videoları)